• 30 Temmuz 2024, 15:45

    1905-06'da Tokat'ta bir Çerkes düğünü..
    KABARDEY BATMANTAŞ KÖYÜ; ABAZA ÇIRÇIR'dan GELİN ALIYOR
    *****
    Oğuz Berk
    Uluslararası Kafkas Derneği
    Gen.Başk.
    *****
    Antoine Poidebard, Fransız Coğrafyacı, Arkelog ve Cizvit Papazı, 1878 Lyon Doğumlu - Ölümü 1955 Beyrut. 1904-1907 yıllarında Tokat'ta bulunan "Ermeni Misyonunu"nda 3 yıl, doktor yardımcısı sıfatı ile bulunuyor.
    İlginenler ve detaylı araştırma yapmak isteyenler için bu kısa ön bilgiyi aktaralım ve asıl konumuza gelelim. Hikaye ve ön analizler oldukça uzun, ama biz biraz kısalttık. Bu kısaltılmış haliyle bile uzun ama, bir hafta Çerkes düğününe gitmiş gibi heyecanla okuyacaksınız.
    Antoine Poidebard'ın ifadesine göre, o tarihlerde Sivas Vilayetine bağlı, Tokat Sancağı 'na 150 kadar Kafkas Göçmeni köy kurulmuştur. (Bizim bildiğimiz 64 ama, sonradan Sivas'a bağlanmış olabilir, bu ayrı bir araştırma konusu. O tarihte Pınarbaşı " Aziziye" de, Sivas'a bağlı olduğu için, 150 rakamı Sivas Vilayeti'ne bağlı toplam köy sayısı olabilir.)
    Poidebard'ın, Çerkeslerle değişik ilişkileri olmuş ama ilk ciddi münasebeti Batmantaş Thamadesi Sefer Bey'in hastalanması ve Ermeni Doktorlardan yardım istenmesi ile başlıyor.
    Poidebard, o günkü sosyal hayatı ve görüntüyü şöyle tarif ediyor.
    "Türkiye’nin ortasında bu kabileler eski adetlerinin çoğunu hala koruyorlar: meskenleri, giysileri, dilleri, gelenekleri hiç değişmedi. Kafkasya’dan çarın egemenliğinden kurtulmak uğruna kaçtılarsa da, kalplerinde eski vatanlarına karşı sevgi her zaman yaşıyordu. Burada karışan ırkların çeşitliliği sayesinde bu kadar güzel manzaralı olan ülke içinin pazar meydanlarında, türlü kıyafetli ve türlü tipli Rumlar, Ermeniler, Türkler ve Kürtler arasında bu uzun boylu Çerkes yiğitler kolayca ayrılıyorlar. Vahşi bakışlarıyla, başlarındaki büyük siyah kürk papaklarıyla, bir ellerini uzun kamalarının kakmalı saplarına dayayarak yavaş adımlarla geziniyorlar."
    "Tokat’ta tıp misyonumuzun doktorunun kadrolu yardımcısı sıfatıyla geçirdiğim üç yıl zarfında pek çok defa onları ziyaret etme ve aralarında yaşama fırsatını buldum. Dağlardaki kavgalardan ve kaçakçılıkla ilgili çarpışmalardan sonra yaralarını sardırmak için dispanserimize gelirler, bizde hastalarına ve ölüm döşeğinde olanlarına bakmak için köye giderdik. Uzun kış akşamlarında orada bir kulübede, içinde fıkır fıkır çay kaynayan bakır semaverin etrafında otururken, ihtiyarlar kalınlaşmış sesleriyle bana “ebedi beyaz dağ” Kazbek hakkındaki efsaneleri anlatırlardı. Sonra delikanlılardan biri tavan kirişine çakılı kancadan eski akordeonu indirip Kafkasya marşını söylemeye başlardı."
    ****
    Yine bir kış gecesi Tıp Misyonununu kapısı geç vakitte çalınıyor ve bir Çerkes yardım istiyor.
    ****
    "Batmantaş köyünün genç reisi Sefer Bey çok hastaymış ve adam gidip kendisini iyi etmemiz için yalvarıyordu."
    "Nasıl gidelim? Köy şehirden dört saat uzaklıkta dağlar arasında bulunuyor, kar ise yolları geçilmez hale getirmiş. Ama ulak buna, “Bacakları güçlü bir at ve sağlam bir kamçı varken nereden geçilmez ki?” şeklinde yanıt verdi.
    Ertesi sabah gün ağarırken soğuğa karşı yamçılarla, kurtlara karşı da iyi revolverlerle silahlanarak yola koyulduk. Gecenin bizi yolda yakalaması ihtimal dahilindeydi. Batmantaş’a ancak derin karda altı saatlik yorucu bir yürüyüşten sonra varabildik. Güneşin doğuşundan sonra soğuk biraz kırıldı ve kar dindi. Zaman zaman atlarımız ta karınlarına kadar kara batıyorlardı. Fakat hakikaten bacakları güçlü, kamçılarımız da sağlamdı.
    Köye gelişimiz her türlü havada seyahat etmeye alışkın eski kaçakçılar olan kabile ihtiyarlarını hayrete düşürdü. Bizi görünce,“Buraya bu durumdaki yollardan gelmek için ya vücutta şeytanın ya da yürekte fedakarlığın olması şarttır!” diye haykırdılar.
    ****
    Batmantaş'ın genç beyi Sefer'in tedavisinden sonra Antoine Poidebard ve doktor arkadaşı artık Sefer bey ailesi tarafından dost kabul ediliyor ve Sefer Bey'in kardeşi Ferhat'ın düğününe davet ediliyorlar.
    Mümkün mertebe aslını deforme etmeden kısaltığım anıların, bundan sonrasını olduğu gibi aktarıyorum, çünkü bundan sonraki müdahele o anlatımı bozacaktır. (Oğuz Berk)
    * * *
    Aynı yılın (1905 veya 1906) 17 Ekim’inde Sefer Bey’den aşağıdaki içerikli pusulayı aldım: “Gelecek hafta kardeşim Ferhad’ın düğünü yapılacak. Doktor ve siz doğal olarak davetlisiniz. Buna göre önümüzdeki cuma günü Çırçır köyüne gelin. Törenler orada başlayacaktır.” Eski bir kurala göre, güveyin kardeşleri ve dostları gelini almaya köyüne giderler.
    Orada Çerkes kabilelerinin pek kadim adetleri uyarınca at yarışları ve oyunlar düzenlenir.
    Acaba düğünde hazır bulunmak “ultramodern” bir havarilik midir? O anda aklıma Monseigneur Le Roy’nın şu manevi ve makul düşüncesi geldi: “Ah, bir misyoner için basit halkla konuşmak, onun ufak işleriyle ilgilenmek veya en azından böyle bir izlenim bırakmak ne kadar önemlidir! İnsanları ihtida ettirmek uğruna mucizeler yaratmak iyi bir yöntemdir ve onu kullananlar asla suçlanmamalıdır, zira bunun gayet saygın örnekleri mevcuttur. Ama bu araç herkesin harcı olmadığı gibi, çok daha pratik bir yolun, kendinde kesinlikle gururlu olmayan, bilakis bu vahşi ülkelerin yoksul insancıklarına karşı sabır, hoşgörü ve hayırhahlık duygularını besleyen iyi kalpli birinin karakterini yetiştirmekten geçtiğini iddia edenler de vardır.”
    Bu aileyle olan ilişkilerim göz önüne alınırsa bana gönderilen daveti geri çevirmek olanaksızdı. Daveti kabul ettiğim takdirde ise bütün kabileye muazzam bir saygı ve bağlılık işaretini göstermiş oluyordum.
    Yola gece ay ışığında çıktık. Köylüler bu saatte dağlarda atlılarla karşılaştıklarına hayret ediyorlar, ama atlarımızın üstünde yavaştan söylediğimiz şarkıları duyunca durumu anlayarak “Cizvitler hastalara gidiyorlar” diyorlardı.
    Gün doğumuna doğru ilk yaylaya ulaştık. Sabah nemiyle birleşen soğuk rüzgar bizi epeyce üşütüyor, ama sonbaharın görkemli manzarasını seyretmenin zevkini çıkarmamıza engel olamıyordu. Hafif mor sisin bürüdüğü dağların sarp yamaçlarında donların başlamasıyla sararan ormanlar göze çarpıyordu. Bütün bunların üzerinde ise ince karbeyaz bulutlar içinde Yıldız Dağı yükseliyordu.
    Yedi saatlik iyi bir yürüyüşten sonra nihayet Yıldız Dağı’nın eteğinde başlayıp ta Sivas’ın önlerine kadar uzanan geniş Meraküm yaylasında bulunan Çırçır köyüne girdik.
    Bu saatte köy henüz uykudaydı. Sadece çeşmeye su almaya giden kadınlar ve hayvanları yaylaya sürmek için toplayan çobanlar görünüyordu. Dikkatimizi biraz kenarda duran bir ev çekti. Orada kendimizi daha serbest hissedebilirdik, çünkü hem törenlerin dışında kalma, hem de gerekli gördüğümüz zaman bu yalıtılmış barınağa çekilme olanağına sahip olacaktık. Atlarımızı o tarafa doğru sürüp evin sahibine misafiri olacağımızı ilan ettik. Bir Çerkesin evinde misafir kalmak için davete gerek yoktur. Ona verebileceğiniz en büyük şeref konukseverliğine müracaat etmektir.
    Biz yol elbiselerimizi çıkarırken köy uyanıp yavaş yavaş bayram havasına bürünmeye başladı. Anlaşılan iki gün önce Batmantaş’tan buraya reisleri Sefer Bey’in önderliğinde yirmi atlı gelmiş.8 Onlar gelini alacaklarmış. Muhteşem kıyafetli bir grup Çerkesin pencerelerimizin önünden meydanı geçtiğine tanık olduk. Bu arada köyün karşı tarafından aynı zamanda basit ve vahşi denebilecek bir müzik duyuldu. El çırpmalar, tahtaların birbirleri üzerine vurulmaları ritmik olarak akordeonun sesiyle nöbetleşiyordu. Ara sıra kısık sesli haykırışların eşliğindeki birkaç atış melodiyi kesiyordu. İşe revolver karıştı mı, artık yerel renklilik tamam sayılabilir.
    Geldiğimiz haberi etrafa çabuk yayıldı. Tabii ki hastalar bundan yararlanmakta gecikmediler. Biz de törenlerle ilgilendiğimizi belli etmeyerek onlardan başladık. Aralarında bir gün önce oynarken ateşe düşen altı yaşlarında bir çocuğu bulduk. Üzerindeki gömlek ateş alıp gövdesinin yarısını yakmış. Kalın yorganlar altında köşede yatıyordu. İçim ürpermeden muayene edemediğim koskoca yarasının üzerine bu zavallı insanlar böceklerin evdeki kiriş ve mertekleri yiyerek ürettikleri tahta tozunu serpmişler. Bu yeni tarz antiseptiğe rağmen, küçük ölmeye mahkum görünüyordu.
    Hastaları dolaşıp yokladıktan sonra ev sahibimize döndük. Bu arada Batmantaşlı dostlarımız bizi görmek için orada toplanmışlardı. Hemen düğün evine gitmemizi teklif ettiler. Fakat biz ancak hastalara yardım etmeyi bitirdikten sonra gideceğimizi söyledik ve misafir odası yine hastane koğuşuna dönüştü.
    Bu arada, bir dakikalık bir yalnızlığımdan yararlanarak, eski tanıdıklarımızdan İsmail Ağa’yı yanıma çağırıp kendisine hediyeleri – işleme ve revolveri – getirdiğimizi anlattım. Bunları hiçbir adeti çiğnemeden kime sunmamız gerekiyor? Fikrimiz isabetli çıktı; geçmişte büyük bir reis herhangi bir kişiye karşı saygı ve dostluğunu göstermek istediğinde aynen böyle davranılırmış. İsmail Ağa, “Sizden gelen tek bir mendil bile büyük bir onur olurdu!” diye karşılık verdi. İşlemeli yastığın kabilenin en iyi binicilerinin katılımıyla yapılacak at yarışında ödül olması, revolverin de güveye verilmesi kararlaştırıldı.
    Bizim dürüst İsmail bu haberi herkese bildireceği için büyük sevinçle derhal yanımızdan ayrıldı. Geniş meydan mahşer yeri gibiydi. Kızını vermeye razı değilmiş gibi yapan babası uzunca bir tartışmaya girişti. Tam bu sırada yetişen İsmail cemaate hitaben, “Lütfen dikkat! Size mükemmel bir haber bildirmeye geldim. Pederler beraberlerinde hediyeler getirdiler!” dedi. Hazır bulunanların en büyüğü olan ak sakallı saygın ihtiyar coşkuyla ayağa kalktı ve büyük kalpağını alanın ortasına atarak sevinçle haykırdı: “Harika! Demek ki, bu efendiler düğünümüze şeref buyurmakla kalmayarak bize hediye sunma törenine de katılacaklarmış! İsmail, git ve kendilerine bu
    davranışlarının ihtiyarları onurlandırdığını ve duygulandırdığını söyle.” Tartışmanın daha fazla uzamadan bittiğini belirtmeye herhalde gerek yok. Baba hemen rızasını verdi.
    * * *
    Öğleden sonra oyunlar ve yarışlar başladı. Bir evin taraçasında ayakta durarak iki saat boyunca son derece ilginç binicilik maharetlerine tanık olduk.
    Köy dağlara yaslanmış ve ovada menderesler çizerek akan güzel bir nehirle zıhlanmıştı. Ekinlerin biçilmiş olduğu bu mevsimde burası bu tür egzersizlerle uğraşmak için mükemmel bir yerdi. Bütün Çerkes köylerinde olduğu gibi, evler oldukça dağınık olup aralarında atlıların serbestçe manevra yapmaları için yeterince boşluklar vardı. Nehir ise doğal engeli oluşturuyordu.
    Yirmi binici eyerlere atladı. Elinde küçük bir sancak bulunan biri ileriye doğru atıldı, diğerleri ise bu ganimeti kendisinden alacaklardı. Köy ve bitişiğindeki ova baş döndürücü bir kovalamacaya sahne oluyordu. Doludizgin giden atlıların yolunda nehir vardı ve attıkları her turda yüksek ve dik kıyısından delice iniş yapmaları gerekiyordu. Grup en derin yere ulaştığında atların toynaklarının kaldırdığı su zerrecikleri güneşte ışıl ışıl parlayan serpinti bulutuna dönüşüyordu. Karşı kıyıya çıkıldıktan sonra da kovalamaca yeniden başlıyordu.
    Bu oyundan sonra akrobatik numaralara geçildi. Biri baş aşağı, biri eyerinin üstünde dik durarak atını sürüyordu. Kimileri atlarını doludizgin koşturarak yere koyulan yumurtaları topluyor veya tam hızda bir revolver atışıyla kırıyorlardı. Biraz ötede iki delikanlı kapışıp birbirlerini üzengilerden sökmeye çalışıyorlar, bu arada atları da dövüşüyor ve birbirinin göğüslerini ısırıyordu. Bir aralık ikisi de dörtnala yan yana giderek birbirini yere düşürmeye çalıştıktan sonra biri çevik bir hareketle rakibinin atını kuyruğundan yakalamayı başardı ve kendi atını var gücüyle kamçılayıp bileğinin şiddetli bir darbesiyle rakibinin atını binicisiyle birlikte ters yönde öyle çark ettirdi ki, ikisi de büyük bir şaşkınlıkla aynı süratle arkaya doğru sürüklendiklerini keşfettiler. Bir süre sonra bütün atlar köpük içinde kalmıştı. Bu defa çocuklar babalarının yerlerini aldılar ve kendilerine biraz uzun gelen üzengilere sağ ayaklarını sokup kendi aralarında günün son koşusunu gerçekleştirdiler. O ara yaşlı bir Çerkes bana şöyle dedi: “Çocuklarımızdan işte bu şekilde binici yaparız. Oğlanlarımız köy yılkısından bir tay kementle yakalanıp üstüne dizgini ve eyeri olmaksızın bindirilir. Salıverilen hayvan sırtındaki alışılmamış yükten kurtulmak için bin bir sıçrayış yapar, sonra koruluk ve çayırlarda delice koşmaya başlar. Bin çocuktan biri hayatını kaybediyor ama diğerleri iyi binici oluyorlar.”
    * * *
    At yarışları biter bitmez gelinin evinin önünde danslar başladı. Çerkes dansları ülkede yaygın olanlardan bir hayli farklıdır. Burada her şey tamamen edep gereklerine uygundur ve hiçbir şey en sert gözü bile mahcup edemez.
    Kızlar meydanın veya salonun bir tarafında, delikanlılar ise öbür tarafında sıraya diziliyorlar. Ortada her şeyi yönlendiren ve uzun değneğiyle dansçıları tayin eden kabile büyüklerinden biri bulunuyor. Genç Çerkes kızları yerde sürüklenen ve ayakları örten uzun entariyi, ağır altın ve gümüş eşyadan yapılan kemeri ve önde oymalı gümüş göğüslüğe dönüşen korsajı içeren geleneksel kıyafetleri giyiyorlar. Başlarında yüzü kapamadan boynun etrafında sarılı altın işlemeli ince örtü bulunuyor. Yenler, dansçılar arasında oynaya oynaya dalgalanan birer uzun ajurlu mendille tamamlanıyor. Delikanlıların giydikleri ulusal kıyafet ise bedene sıkıca uydurulan ve dizlere kadar dökülen uzun bir ceketten, kalpağın etrafında zarifçe sarılan ve şekliyle Ortaçağ şaperonlarını andıran altın püsküllü beyaz başlıktan ve kalçaların ortasına kadar erişen yumuşak deri çizmelerden oluşuyor. Oymalı gümüşle süslü kemerlerinde birer revolver ve uzunca kama asılı.Büyüğün işareti üzerine dansçı kızlardan biri ince parmaklarıyla akordeonda sade ve hüzünlü, eski bir Çerkes melodisi çalmaya, delikanlılar da hızlı el çırpmalarıyla tempo tutmaya başladılar.10 Bir kız dairenin ortasına çıkıp gözlerini indirerek delikanlılardan birinin karşısına çıkmasını bekledi. Sonra kız daire içinde kayarak ilerlemeye başladı, kendisine eşlik eden kavalyesi ise aynı tempoda mevzun el hareketlerini yapıyordu. Kız yere indirilmiş gözleriyle ve dimdik sabit endamıyla, sadece elleriyle hareketler yaparak seyircilerin
    oluşturduğu dairede hiç sarsılmadan yürüyordu. Zaten kız dansının sanatı, bu dönme sürecinde hiçbir keskin hareketi sezdirmeden “akan su gibi” kaymaktan ibarettir. Buna karşılık delikanlı uzun ceketin içindeki göğsünü gururla kabartarak başını dik taşıyordu. O kah elini kamasına basıyor, kah yumruğunu kalçasına indiriyor, kah tek bir sağ elini havaya kaldırıyor ve bu arada ayaklarıyla da karmaşık figür ve piruetleri yapıyordu. Aralarında sürekli belli bir mesafeyi koruyan dansçılar bir ileri, bir geri kayarak ve tur üstüne tur atarak birbirlerini kovalıyorlardı. Çok geçmeden ilk çifte ikincisi de katıldı ve artık aynı şekilde dört kişi olarak dans ediyorlardı. Bütün bu süre boyunca ritimli el çırpmaların eşliğindeki müzik ardı arkası kesilmeden tekrarlanan tekdüze ve acıklı melodisini sürdürüyordu.
    Birdenbire revolver sesleri duyuldu, arkasından da vahşi çığlıklar koptu. Bu, tören yöneticisinin, önünden herhangi bir dansçı kız kayarak geçtiğinde, çalımına getirip kurşunların kızcağızın ya yüzünden iki parmak mesafesinde, ya da tam ayaklarının önünden uçacağı biçimde ateş ettiğine işaret ediyor. Kaldı ki kız, yanında kurşun ıslıklarını duyduğu halde gözünü bile kırpmamalıdır. Bu, sonradan defalarca kocasının ve oğullarının kama veya revolvere başvuracaklarına tanık olacağı kabile hayatına kabul edilme anlamına geliyor. Bana anlatıldığına göre, bir gün gafilin biri kurşunu tam dansçı kızın ayağına sıkmış. Kız hiç bir şey olmamış gibi dönmeye devam etmiş ve ancak kan otu kırmızıya boyadıktan sonra evin içine götürülmüş.
    Karanlık bastıktan sonra manzaraya daha da renk katan fenerler yakıldı. Biz erkenden ikametgahımıza ayrıldık, ama oradan gecenin geç saatlerine kadar hala müziği, atışları ve şarkıları işitiyorduk.
    * * *
    Ertesi sabahı hastalara bakarak geçirdik, öğleye doğru ise gelini yeni ocağına götürecek kortejin hazır olduğunu öğrendik. İvedilikle atlar eyerlendi ve yirmi Çırçırlı süvari birkaç saat içinde Batmantaş’tan gelenlere refakat etmek üzere onlara katılmaya hazırlandı. Ben yine dünkü taraçaya çıktım; bu yüksek yerden bütün ayrılış sahnesini izleyebilirdim.
    Gelini ve kız arkadaşlarını kabul edecek beyaz çuhayla örtülü ve acayip şekilli kırmızı bezeklerle süslü araba reisin evinin önünde duruyordu. Meydanda hepsi de muhteşem kıyafetler giymiş ve en iyi silahlarını kuşanmış genç ve yaşlı atlılar aralarında hararetle konuşarak bekliyorlardı.
    Nihayet araba müzik eşliğinde yerinden hareket etti, fakat dokunaklı bir adet gereğince kıza bir daha baba evine göz atma olanağını tanıyarak üç kere kapıya döndü.
    Sopalarla silahlanmış bütün bu adamlar da kim acaba? Bunlar, gelini götüren atlıları durdurmayı deneyecek olan köy gençleriymiş. Doludizgin ileri atıldılar. Uzun sopalarının yağmur gibi yağan darbeleri altında atlar kulaklarını başlarına kısıyor, süvariler ise sırtlarını eğiyorlardı, ama sonunda bu savunma hattı yarıldı.
    Köy çıkışında konvoyun yine durdurulduğunu gördüm. Yüksek sesli bağırtılar duyuldu. Ne oldu? “Revolver atışlarıyla ot üzerinde duran şu yumurtaları kıramazsanız gidemezsiniz!” Geçiş hakkını veren şart böyleymiş. Batmantaşlı atlılar hayvanlarını dörtnala ileriye doğru sürüp yumurtaları tuzla buz ettiler.
    Artık yol açıktı! Nehri çabuk aşan kortej şen ve neşe içinde geniş ovaya yayıldı. Her iki köyün süvarileri de birbirleriyle karışarak arabanın çevresini aldılar.
    Bir adet vardır ki, gelini götürenlerden papakları kaçırılmak suretiyle öç alınır. Bu büsbütün dizginsiz at yarışları sonucunda bazıları akşam eve kalpaksız dönerler.
    Ansızın bir grup yaman binici ileri atıldı; biri bir an önce başkasından çaldığı kalpağı havada sallıyordu. Ovada büyük bir daire çizip sertçe köye doğru saptılar ve onu tam hızla aştılar. Sonra dağlara bitişik ev sırasının yukarısında uzanan daracık bir yola dönüp evlerin taraçaları üzerinden fırtına gibi geçtiler. Genel bir feryat koptu: “Kendilerini mahvedecekler! Durdurun onları!” Bu yol, üzerinden aşağıya sadece bir keçiyolunun kıvrıla kıvrıla indiği on metre yüksekliğindeki sarp bir kopma ile bitiyordu. Birdenbire atlılardan biri, atının ön ayakları duman bacası görevini yapan deliklerden birine rastladığı için yere yıkıldı, fakat fazla zarar görmeden hemen ayağa fırladı. Bu arada diğerleri kovalamayı sürdürüyorlardı. Kopmaya ulaşıp tempoyu hiç yavaşlatmadan aşağı indiler. Şahane bir yağız at üstünde oturan hırsız daima grubun başında bulunuyordu. Tam yakalanmak üzereyken, kendisine en yakın kişi aniden atıyla birlikte patikanın ta dibine kadar yuvarlanıverdi. Galip vahşi çığlıklarla selamlandı.
    Böyle eğlene eğlene kortej ovada ilerliyordu. Bu aralık biz de atlarımızı kamçıladık ve alayı belirli bir mesafeden izleyerek, şenlik katılımcıları içine karışmadan olup bitenleri gözlemleyebildik. Bir saat sonra herkes yine durdu. Çırçırlı atlılar ters yüz dönüp köylerinin yolunu tutmadan önce Batmantaşlılara bir kahramanlığı daha yaptırdılar. Bu defa içine gelinin mendili yerleştirilen ve yol üstüne koyulan topu atı doludizgin koşturarak iki atışla delmek gerekiyordu. İkinci kurşun hedefe değdi ve baruttan kararan açık renk ipekli kumaş parçası rüzgarda titreşti. Bu sondu. Herkes birbirine allahaısmarladık demek için atından indi.
    * * *
    Artık az önceki kadar gürültülü olmayan iki grup sıcak ve samimi biçimde birbirinden ayrıldı. Düğün alayına mensup bütün erkekler eski dostlarımızdılar ve arabaya hareket etme olanağı tanınınca biz de onlara katılıp ovada konuşarak yol almaya başladık. Yalnız iri yarı Hasan bizi eğlendirmek için ara sıra atını çılgınca önümüzden koşturuyor ve eyerine bir ayağıyla tutunarak yerden ufak taşları kaldırıyordu.
    Bizi Batmantaş’tan ayıran dağın tepesine ulaştığımızda artık akşam oluyordu. Birkaç dakikada çam korulukları arasından aşağıya indikten sonra karşımızda küçük bir tepenin üstünde katlar şeklinde kurulmuş köyü bulduk. Akşam havasına bürünmüş evlerin üzerinde kıvrılarak lacivert dumanlar tütüyordu. Kulağımıza gelen atış sesleri kortejin fark edildiğinin işaretiydi. Kafile belirli bir düzene göre dizildi: önde genç reis, arkasında iki sıra halinde atlılar, sonra da araba. Biz bunları törene davetli bir Rum papazıyla birlikte uzaktan seyrediyorduk.
    Derken akşam pusunda heyecanlı ve elemli şarkı duyuldu. Bu, atlıların tutturdukları Kafkasya üzerine eski Çerkes marşıydı:
    Уа нæ бæстæ, нæ бæстæ (Wa ne beste, ne beste)
    …………………………………
    Ey vatan, vatan! Sensiz nasıl yaşanır? Bizim için hayatımızdan daha değerlisin,
    Ve arkandan ağlarız.
    Bu yiğit, kalınlaşmış seslerde göçmenlerin terk ettikleri vatanlarına karşı bütün sevgileri ifadesini buluyordu. Türkiye’nin kurak yaylaları arasında kendilerini, birkaç dakika için de olsa, yine öz ülkeleri Kafkasya’nın güzel vadilerinde tahayyül ediyor ve heyecanla ortalığı ulusal melodilerinin sesleriyle çınlatıyorlardı. Her kuple revolver atışı ve vahşi naraların patlamasıyla sonuçlanıyordu.
    Köyün girişinde kendilerini ihtiyarlardan biri karşıladı. Tuhaf bir adete göre, gelini müstakbel ikametgahına sokabilmek için konvoy bir takım sınav daha vermeli. Başlangıç için birkaç yumurtayı kırmaları gerekiyordu.
    Tepesinde reisin büyük evinin bulunduğu yamaca çabuk çıkıldı. Bayram havası içinde olan eski konağın damı beyaz ve kırmızı ipekten bayrakla süslenmişti.
    Kapının önünde güveyin annesi duruyordu. Atlılara “Niye geldiniz?
    Sizi kabul etmek istemiyorum” şeklinde hitap etti ve kölelere11 verdiği bir işaret üzerine kapı yine kapandı. Bu anda konvoydan altı atlı doludizgin ileri atıldı ve girişin boyuna aldırış etmeden antrenin içine dalıverdi. Arkalarında meşe kapının ağır kanatları çat diye kapandı. İçeriden revolver atışları ve bağırtılar duyuldu. O zaman düğün yöneticisi devasa atını doğruca kapalı kapıya sürdü ve bu şiddetli darbe sonucunda kapı ardına kadar açılıverdi. “Batmantaş’ın hanımefendisi” (yaşlı köleler kendisine öyle derlerdi) ona yine “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. “Size oğlunuz Ferhat için gelin getirdik” şeklinde karşılık verildi. Bu defa kadın “Büyük oğlum geçiş vergisini bizzat öderse iyi olur, ben de sizi kabul edeyim” dedi. Derhal evin birkaç metre mesafesinde yere yumurtalar dizildi. Ne var ki reisin atı günün bütün yarışlarından sonra heyecanlanmış durumda olduğu için bu nazik egzersize yanaşmak istemiyordu. Ama sonuçta bu yumurtalar da tuzla buz oldu. Bunun üzerine konağın sahibesi yöneticiye kurdelelerle süslenmiş küçük bir değnek uzattı, kalabalığa ise ufak şekerler yağdırıldı. Gelin aileye kabul edilmiş oldu.
    Çocuklar atlara doğru atılıp onları hak ettikleri dinlenme ve yem için tavlaya götürdüler. Evin geniş antresinde ise yine danslar başladı. Akordeon ve el çırpmalar eşliğinde söylenen şarkılar ikide bir “gelinin yakınması”na geçiyordu:
    Oh, sevgili babam ve kardeşlerim!
    İşte sizden uzağa götürülmüş bulunuyorum.
    Çalınacak kuzular yeterli değil miydi
    Babamın ağılında?
    Katı yürekliler! Beni baba evinden niye kopardınız?
    Oh, sevgili babam ve kardeşlerim,
    İşte sizden uzağa götürülmüş bulunuyorum.
    * * *
    Törende komşu köylerin de hazır bulunması meclisi son derece renkli kılıyordu. Zarif Çerkes kostümleri Rumların alaca kıyafetleri ve Kızılbaşların12 kabaca biçilmiş maron giysileriyle karışmıştı. Büyük kabul salonunda sadece bir kez ve kısa süreliğine göründüğümüzde bize şeref yerleri tahsis edildi. Adetlerimizi bilen reis bize konağının ucunda bulunan ve ufak bir kapıdan bahçeye çıkılabilen ayrı bir odayı hazırlama nezaketinde bulundu. Böylece hem törenlerin zevkini çıkarabilir, hem de kolayca odamıza çekilebilirdik. Kapımızda sürekli silahlı bir köle bekliyordu ve yalnızca yakın dostlarımızın içeri girmeye izinleri vardı.
    Orada tüm dostlarımızla birlikte ne güzel bir akşam geçirdik! Artık bu evde kendimi yabancı hissetmiyordum. Ünlü kış seferimiz unutulmamış, sadakat ve sevecenlik için biraz nasırlaşmış olan bütün bu kalplere kazınmıştı. Her biri sırayla bizi selamlamak ve bir süre oturmak için yanımıza geliyordu. Sevinçli yüzleri bizi bu vesileyle köylerinde görmekten ne kadar mutlu olduklarını gösteriyordu. Çerkesler Müslüman olmalarına rağmen gelenekleri yerli halkınkinden o kadar farklıdır ki, kendilerini burada yabancı hissediyorlar. Eski adetlerine karşı gösterdiğimiz ilgiden duygulandıkları belliydi. Gururla “Biz ülkemizdeniz!”13 diyorlardı. Aslında, her şeyleri ülkelerinin
    geleneklerini, kıyafetlerini, müziğini, danslarını, nezaket kurallarını ve özellikle ahlakını belirgin biçimde ortaya koyuyordu. Bu üç gün boyunca hiçbir söz, hiçbir hareket çocuğun gözünü rencide edemezdi. Yalnızca bir defa reisin ağzından bir söz kaçtı. Kızararak hemen özür diledi: “Affedersiniz, bozulduk, içimiz yozlaştı.” İhtiyar İdris ise şunu ekledi: “Siz, vahşi hayvan gibi yaşayan bize benzemiyorsunuz. Dürüstlük, temizlik alınlarınızdadır. Zaten Tanrı insanın yüzünü masumiyetle işaretler.”
    Akşam küçük odamızda sakince uykuya dalarken, eski konağın öbür ucundan bence artık daha da elemli bir tını kazanan Çerkes marşının sesleri hala duyuluyordu:
    ***
    Ey Vatan, Vatan! Sensiz nasıl yaşanır?
    Vatan, sen bizim için hayatımızdan daha değerlisin
    Ve arkandan ağlarız.
    Heyhat evlatlarım, evlatlarım!
    Sizden böylesini bekleyebilir miydim?
    Neden başınızı ortaya koymadan, kanınızı akıtmadan
    Beni öyle bıraktınız?
    Ben çocukluğunuzdan beri
    Sizi koynumda besledim
    Ve yetiştirip
    Erkek safına geçirdim.
    Ben kemiklerinizi ve küllerinizi sakladım!
    Siz ise kendinizi düşünüyorsunuz
    Ve beni vicdanınızın
    Mahkemesiyle yargılıyorsunuz.
    Sırf benim gözümde
    Suçlu değilsiniz.
    Bütün dünyanın gözünde
    Sorumlusunuz.
    Velinimetini
    Unutmak
    Utanılacak şeylerin
    En alçağıdır.
    Ey Vatan, Vatan! Seni unutmadık.
    Bedenlerimizi götürdük Ama sen ruhlarımızı alıkoydun.
    Vatan, seni unuttuğumuzu
    Hiç sanma!
    Biz kalbimizle ve kanımızla
    Seni arayacağız!
    *****
    Eski vatanları hakkında yaktıkları şarkı böyleydi. Ben ise yitik dinlerini15 düşünüyor ve bu güçlü ve soylu ırk için yavaşça dua fısıldıyordum.
    Biz daha bir hafta sürecek törenlerin sadece başlangıcına tanık
    olduk. Ertesi sabah artık geri dönmeye hazırlanmamız gerekiyordu.
    Eyere binmeden önce hala ortada görünmeyen güveyin çekildiği eve kendisine mutluluk dileklerimizi ve dostluğumuzu simgeleyen bir hatırayı iletmek üzere bir ulak gönderdik. Dileklerimizle hediyemizi kendisine ulaştıran İsmail Ağa oldu.
    Ana girişin önünde danslar hiç kesilmeden devam ettiği için atlarımızı bahçeye açılan küçük kapıya getirdiler.
    Çıkmadan önce Sefer Bey’den annesine bizden yerden selam söylemesini rica ettik. Yaşlı hanımefendi odaya girip oğlu ve bizimle baş başa kalarak bize sade bir biçimde hitap etti: “Törenimizde hazır bulunmak için gece yola çıktığınızı duyduğum zaman ne hissettiğimi size nasıl ifade edeyim? Geçen kıştan beri ikinizi de evlat biliyordum, bugün ise bana gerçekten öyle olduğunu kanıtladınız. Birkaç gün sonra gelinin çeyizinin saklı olduğu sandığın açılış töreni yapılacaktır. Bu özel toplantıda ailenin bütün üyeleri bulunmalı. Orada ikinizi de ben temsil edeceğim.” Buna, vakıf olduğumuz Türkçe’nin en iyisini kullanarak, “Belagat sanatında usta olmadığımız için bu iltifata bugün dilimizle değil kalbimizle cevap veriyoruz” şeklinde tek bir cümleyle karşılık verdik.
    Bütün dostlarımız bizi dışarıda atların yanında bekliyorlardı. Fransız usulü sıcak tokalaşmaları Çerkesçe veda sözleri izledi: “Allah iroz inçe!” (“Seni Tanrı’ya emanet ediyorum!”)16
    Birkaç gün sonra atla Tokat’a gelen muhteşem kıyafetli bir genç bey misafir odasına çıkmamı rica etti. “İşte” dedi, “bizim genç evlilerin size birer aile üyesi olarak gönderdikleri birkaç eşya.” Bunlar gümüş ipliklerden örülmüş ufak eşyalardı: revolver kordonu, uzun köstekli saat altlığı ve nihayet, birinin ince tasarımı uyarınca üzerinde gümüşle çerçevelenmiş küçük kırmızı haç işlemesi bulunan siyah deri cüzdan.
    * * *
    Geçen temmuzda birkaç yıl için Fransa’ya dönme zamanım geldi. Gemi beni İstanbul’a taşırken, yanımızdan geçen sarp ve ormanlık Karadeniz kıyılarına ilgisiz kalarak parmaklıklara dayalı bir vaziyette ülkenin iç kısımlarının dağlarında bıraktığım tüm dostları
    düşünüyordum. Hafızamdan o kadar çok anı geçiyordu ki! Karda ve sonsuz ormanlarda atlı geçişler, kulübelerde veya serin pınarların başında samimi sohbetler, hastalara bakmakla ve Tanrı ile ölmekte olanlar hakkında konuşmakla geçirilen saatler... Ve dostlar: İsa, İdris, İsmail... Ama her şeyden çok ak sakallı ihtiyar bir reisin bu kadar uzağa herhangi bir ödeme olmaksızın gelmiş olduğumuzu gördüğü an hayretler içinde söylediği sözler: “Fransa ne kadar güzel bir ülke ki, başkalarına böyle iyilik yapmaya çalışıyor!”
    Bütün bunlardan, başına gelen felaketlere rağmen bu kadar gururlu ve soylu kalabilen bu ırka karşı derin bir sempati doğuyordu. Ve hafifçe eski Çerkes marşını mırıldanmaya başladım:
    Hey, seni unutmadık.
    Senden ayrıldık,
    Ama sen ruhlarımızı alıkoydun.
    ********
    Antoine Poidebard
    *******
    1. Resim Antoine Poidebard
    2. Resim 1940'lı yıllar Tokat Turhal Asarcık'ta bir Çerkes Düğünü
    3-4-5 Tokat Batmantaş Köyü (1904-07)

    OĞUZ BERK 
    28 Nisan 2019- Kayseri
  • WhatsApp